FRANCIS BACON
YENİ ATLANTİS
İngilizceden çeviren: Hâmit Dereli
BACON ÜZERİNE
1
Bacon'ın Yaşamı
Francis Bacon 22 Ocak 1561'de Londra'da doğdu. Babası Sir Nicholas Bacon Kraliçe Elizabeth'in Mühür Lordu, annesi Ann ise Sir Anthony Cook'un kızlarından biriydi. Daha çocukken çok ciddi davranması nedeniyle Kraliçe Elizabeth, onu "Küçük Mühür Lordu" diye çağırırdı. Bir öyküye göre bir gün kraliçe kendisine kaç yaşında olduğunu sormuş. Bacon da "Haşmetmeabınızın uğurlu saltanatından iki yaş daha genç" yanıtını vermişti. 1573 yılının Nisanında Cambridge Üniversitesi'ne gönderilmiş ve on altı yaşına kadar orada okumuştur. Öğrenimi sırasında Aristo felsefesinden hoşlanmamaya başlamıştı. "Filozofun değersizliğinden dolayı değil, felsefesinin verimsizliğinden, yalnızca tartışma ve kavgalara yol açmasından, insan yaşamı için yararlı yapıtlar yaratma bakımından kısır olmasından dolayı" beğenmediğini söylüyordu. Yaşamı boyunca hiç değiştirmediği bu kanısı, onun daha sonraki felsefi durumunu belirlemede önemli rol oynadı.
1576 Haziranında hukuk öğrenimini bitirdikten sonra "devlet yönetme sanatını" öğrenmesi için Fransa'ya gönderildi. Babasının öldüğü 1579 yılına kadar orada kaldı. Sonra İngiltere'ye dönerek avukatlığa başladı.
1584'te Parlamento'ya girdi. Rüşvet almaktan yargılanıp suçlu bulununcaya kadar oradaki görevini sürdürdü. Güzel konuştuğu, arkadaşı büyük yazar Ben Jonson'un şu sözlerinden anlaşılıyor: "Hiç kimse ondan daha yalın, özlü ve anlamlı konuşmuyordu, ağzından hiçbir zaman anlamsız ve saçma bir söz çıkmazdı. Söylevlerinin her bölümünde ayrı bir güzellik vardır. Dinleyenler bir sözcüğünü bile kaçırmamak için öksürmezler ya da gözlerini ondan ayıramazlardı... Onu dinleyen herkes sözünü bitirecek diye korkardı."
Bacon, 1506'da oldukça zengin bir adamın kızı olan Alice Barnham ile evlendi. Düğünleri çok gösterişli oldu. Çağdaş bir yazara göre Bacon, "tepeden tırnağa kadar erguvan rengi giysiler giymiş, kendisi ve eşi için bir sürü altın ve gümüş sırmalı giysi diktirmiş, karısının getirdiği servetin büyük bir bölümünü bunlara harcamıştı". Bu, onun ev yaşamında gösterişi ne kadar sevdiğini gösterir. Bacon'ın özel papazı Dr. Rawley'e göre "evlilik yaşamı karşılıklı sevgi ve saygıya" dayanıyordu. Fakat Bacon, vasiyetnamesinde karısına bıraktığı çok büyük serveti, sonradan yaptığı ekle, "haklı ve çok önemli nedenlerle" geri almıştı. Bu nedenlerin içeriği henüz açıklanmamıştır.
Bacon'ın siyasal yaşamı yazından çok tarihi ilgilendirir. Kraliçe Elizabeth zamanında kendisine hiçbir büyük memuriyet verilmedi. Çünkü akrabaları olan ve o dönemde yönetimi ellerinde tutan Cecil Ailesi, her zaman ona karşıydılar. Bundan başka kraliçe, Parlamento'dan büyük bir ödenek istediği zaman Bacon, şiddetle karşı çıkmış, onu gücendirmişti. Elizabeth'in gözdesi olan Essex Lordu bile en gözde olduğu dönemde bütün çabalarına karşın kraliçeden onun için yüksek bir orun elde edememişti. Kendisini her zaman korumuş, büyük bir malikane vermiş olan bu cömert adamı, Bacon, kraliçenin gözünden düştükten sonra, idama mahkûm ettirmek için elinden geleni yapmış, ihanet ve tutkusu yüzünden ismini sonsuza kadar lekelemiştir. Saraya bir köle gibi bağlı olması ve hizmet etmesine karşın kendisine yine de hiçbir memuriyet verilmemiştir.
James I. tahta çıkınca durum değişmiş, Bacon bundan sonra hızla ilerlemiştir. 1607'de başsavcı, 1617'de Adalet Bakanı olmuş, 1618'de Baron Verulam sanıyla soylular arasına alınmış, altı ay sonra da buna Viscount St. Albans sanı eklenmiştir. Fakat bunlar, bütün ömrünü memuriyet dilenmek, yaltaklanmak ve dalkavuklukla bir şeyler elde etmeye uğraşmakla geçiren Bacon'a geç gelmişti. Yazgısı onu, daha iyi vurmak, düşmesinin şiddetini daha da artırmak için bu yüksek konumlara çıkarmışa benziyor. Adalet Bakanı olarak görevini kötüye kullanıyor, dostlarına yüksek orunlar veriyor, rüşvet ve armağan alıyor, haksızlıklara göz yumuyordu. Sonunda hakkında Parlamento soruşturması açıldı. Yargılanmasında, Bacon, suçlarını açıkça söyledi, fakat bunları dönemin bozukluğuna bağlayarak yargıçlarının acımasını diledi. Her türlü devlet memurluğunun yasaklanmasına, yaşamının sonuna kadar Londra Kalesi'nde tutuklu kalmasına ve para cezası olarak da kırk bin İngiliz Lirası ödemesine karar verildi. Ertesi gün kral kendisini özgür bıraktırdı. Para cezasını da erteletti. Bacon, bunun üzerine St. Albans yakınlarındaki malikanesine çekildi. Kendi kişisel serveti ve kralın kısa bir süre önce bağladığı yılda bin iki yüz lira tutan emekli aylığıyla yaşamaya başladı.
Bacon, haklı olarak mahkûm edildiğini kabul ediyordu. "Ben rüşveti savunmaktansa rüşvet veren bir kimse olmayı yeğlerim. Elli yıldan beri İngiltere'nin en adil yargıcı ben oldum. Fakat iki yüz yıldan beri de Parlamento, benim hakkımda verdiği karar kadar haklı bir karar vermedi." Aynı zamanda verilen cezanın ülkede adaletin yararına olduğunu kabul ediyor ve "Bundan böyle bir yargıcın veya memurun büyüklüğü onun suçu için bir sığınak olmayacaktır. Bu benim için az avunulacak şey değildir. Birkaç sözcükle anlatmak gerekirse, bu altın çağın başlangıcıdır" diyordu.
Çekildikten sonra da hiçbir zaman yeniden memuriyet yaşamına girmekten umudunu kesmedi. "Hastalık ve yaşlılığında bile özel yaşayışa dayanamıyordu." Bir pervanenin ışığa çekilmesi gibi her zaman kendi acısının kaynağına dönmek istiyor, fakat bir memuriyet almak için yaptığı bütün başvurular geri çevriliyordu.
Görevden çekilmesinden ölümüne kadar, kendini tümüyle yazına ve bilime verdi. Zaten, işle dolu bir yaşam sürmesine karşın, inceleme ve araştırmalarını büsbütün savsaklamamıştı. "Tarih", "De Augmentis", "Yeni Atlantis" ve "Denemeler"inin üçüncü basımını bu dönemde hazırladı. "Bilginin İlerlemesi", "Novum Organum" ve "Denemeler"in birinci ve ikinci basımları daha önceki döneminindir.
Bacon, beş yıl sonra 9 Nisan 1626'da, altmış beş yaşındayken bronşitten öldü. Karlı bir kış günü arabasıyla giderken bir kulübenin önünde durarak sahibinden bir tavuk satın aldı. Hemen oracıkta kestirdi. Kendi eliyle tavuğun içini karla doldurdu. Soğuğun eti kokmadan ve bozulmadan koruyup koruyamayacağını öğrenmek istiyordu. Bu deney yaşamına mal oldu. Ansızın hastalanınca arkadaşı Lord Arundel'in evine götürüldü. Lord, evinde yoktu, bir hizmetçi hemen bir yatak hazırladı. Hastayı yatırdılar. Fakat çarşaflar nemliydi. Bacon daha da kötüleşti, yaşlılığı ve zayıflığı yüzünden iyileşemedi. St. Albans kasabasında bir kilise mezarlığına gömüldü.
2
Bacon'ın Felsefesi
Bütün yanlışlarına karşın Bacon, yeni bir dönemi müjdeliyordu. Başkaları geçmişe özlemle bakıp batan bilgi güneşinin son ışıklarında ısınmaya çalışırken, o yeni ve daha da parlak bir çağın yaklaşmakta olduğunu sezmişti. Ona göre insanlığın özlediği cenneti, geçmişte değil, gelecekte aramalıydı. Platon'un ünlü benzetmesinde olduğu gibi karanlık bir mağarada arkalarını ışığa çevirmiş oturan ve önlerinde yalnızca gerçeğin gölgelerini izleyenlerin gözlerini ışığa çevirdi.
Eleştirileriyle geçmişin kurduğu dizgeleri yıktı, insan aklında doğmaya başlayan yeni düşünceleri dile getirerek bilgide yeni hareketin başarılı olmasını sağladı. Fakat Bacon, büyük ve tam bir felsefi dizge kurmuş bir kişi değildir, daha çok kendisinden sonra geleceklere felsefe ve bilim yolunu göstermiştir. Kendi döneminde bilimin bazı dallarındaki gelişmeleri bile iyice izleyememişti. "Dünyayı harekete getiren zihinleri o harekete geçirdi." Kendisi, "Ben yalnızca diğer zekâları bir yere toplamak için çanı çaldım" demektedir. Diğer bir yapıtında da "daha iyi ellerin çalabilmeleri için müzik aletlerini akort etmekle yetindiğini" söylüyor.
Bacon'ın ilk işi, zamanında egemen olan skolastik felsefeyi yıkmak olmuştur. 11'inci yüzyıldan 15'inci yüzyıla kadar egemen olan bu felsefe dizgesine göre gerçek zaten bulunmuş, İncil'de ve kilise toplantıları kararlarında bütün açıklığıyla yazılmıştı. Skolastik dizge bu dinsel inançları kabul ediyor, mantık yoluyla bunları usa uygun bir biçime dönüştürmek, onlara bilimsel bir biçim vermek istiyordu. Amacı dinsel düşünceyi tümüyle mantığa uygun bir duruma getirmekti.
Bununla birlikte, bilgiye ilerleyen bir şey olarak bakmıyor, denemelere dönerek yeni gerçekler araştırmaya çalışmıyordu. O dönem üzerinde yetkenin ağır baskısı duyuluyor, skolastik dizgenin temelini oluşturan varsayımların doğruluğu hakkında hiçbir soru sorulmuyordu. Onlar hakkındaki tartışmalar hep bir daire çevresinde dönüyor, gerçeklerle hiçbir ilgisi bulunmuyordu. Bacon, yalnızca "bilimin örümcek ağlarını ortaya çıkardığını, bu ağların ipliklerinin ve işlerinin inceliği bakımından hayran olunmaya değer olduğunu, fakat hiçbir cevher ve yararı olmadığını" söylüyordu.
Bacon'ın amacı düşünmeyi somut deneylerle verimli bir ilişkiye sokmaktı. Bu hedefe varmak kolay bir iş değildi. Tembellikten doğan araştırma isteksizliği yüzünden, zamanın yargısı bütün tartışmalarda son söz oluyordu. Bacon, özellikle bunu belirtmek istiyordu. Bu nedenle eskilerin akıl ve bilgisini tümüyle yadsımak zorunda kaldı. Gerçekten inançlarının çoğunun kaynağı var olan boş inançlara karşı duyduğu tepkidir. Saldırdığı boş inançlar unutuldukları zaman, onun görüşleri de boş ve yanlış bir duruma gelmişlerdir.
Tarih bakımından herkesin görüşüne karşıt bir görüşü vardı. Yaşadığı dönem için diyor ki: "Bu dönem eski dönemdir, çünkü dünya yaşlanmıştır. Kendimizden geriye doğru hesap ederek eski saydığımız dönem, eski değildir." Bundan şu sonuca varıyor: "Aslında Greklerden aldığımız bilgelik, bilginin ancak çocukluk çağına benzer ve çocuklara özgü özellikleri taşır; konuşabilir, ama soyunu çoğaltamaz; tartışmalar bakımından verimlidir, fakat yapıt bakımından kısırdır." Aynı neden onu insanların gelişme yeteneğiyle ilgili çok kötümser bir görüşe götürüyor: "Bir ırmak gibi akan zaman bize hafif ve şişirilmiş şeyleri getirmiştir. Ağır ve katı olanlarsa suyun dibine çökmüştür."
Bacon, doğayı iyice anlayıp, onu insanların hizmetinde kullanmayı sağlayacak güvenilir bir dizge kurmak istiyordu. Bilgi "Yaratanın ün ve görkemini artırmak, insanın durumunu düzeltmek" için aranacaktı. Bacon için biricik doğru bilgi, güç olan bilgiydi. "Bilgi erktir" diyordu, fakat dar yararcılığı da kabul etmiyordu. "Gerçi benim özünde yapıtların ve bilimlerin etkin bölümlerini aradığım doğrudur, ama bununla birlikte ben hasat zamanını bekliyorum, ne yosunu, ne de yeşil ekini biçmeye kalkışmıyorum. Çünkü ben iyi biliyorum ki doğru olarak ortaya çıkarılmış gerçekler kendileriyle birlikte bir sürü yapıt vereceklerdir, onları tek tük, şurada burada değil, kümeler ve salkımlar biçiminde türeteceklerdir. Ve ben hemen elimize gelen ilk meyveleri turfanda, mevsimsiz ve çocukça bir aceleyle toplamayı kesinlikle doğru bulmuyorum."
Kendi dizgesini kurmaya başlamadan önce Bacon, bütün bilgi alanını baştan başa bir kez daha gözden geçirmeyi gerekli buldu. "Bilimin İlerlemesi" yapıtında bunu yapmıştır. Bu çok büyük bir işti, fakat onun yaşadığı dönem zaten bir düşünsel kahramanlık çağıydı. İnsanların tek isteği her şeyi bilmekti. Onlar bütün bilgiyi kendi alanları içine almakla övünüyorlar, "İnsanım, bu nedenle insanla ilgili olan hiçbir şey bana yabancı olamaz" diyorlardı. Bacon, dönemini böyle bir girişim için pek uygun buluyordu, döneminin üstünlükleri arasında basımevinin, Yenidünya'nın bulunuşunu, ülkesinin barış ve dinginlik içinde olmasını ileri sürüyordu.
Bacon, işin büyüklüğünü ve bunu başarmanın olanaksızlığını çok iyi anlıyordu. Bununla birlikte, bazı kişilere göre, yaptığı bilimler sınıflandırması, felsefeye, o kadar umut bağladığı yeni yöntemden daha büyük bir yardım olmuştur.
Skolastik felsefeyi beğenmeyen Bacon, yeni felsefeyi "Doğa Yorumu" olarak nitelendiriyordu. Geçmişle ilgisini kestiğini, esinini Aristo'nun "Organon"undan alan eski felsefeye düşmanlığını anlatmak için büyük yapıtına "Yeni Organon" adını verdi. "Yeni Organon", yeni alet demektir. Bu yeni alet, yani düşünme yöntemi, Bacon'a göre, bir tür mantıktı, fakat bu felsefe okullarının mantığından tümüyle ayrı ve onlara karşıt olacaktı. "Çünkü bu benim önerdiğim bilimin amacı, tartışmalar için nedenler bulmak değil, sanatlar yaratmaktır. Amaç başka olunca sonuç da başka olur; birinin amacı bir tartışmada karşı tarafı yenmektir, ötekininse, hareket halindeki doğaya egemen olmaktır." Bu nedenle Bacon, usa vurma yoluyla kanıtlamayı yadsır, her yerde ve her şeyde tümevarım yöntemini kullanır. Fakat tümevarım kuramını da diğer mantıkçılarınkinden ayırır.
Bacon'ın dizgesi, deneyi inceleyen ve onu parçalara ayıran, sonunda ayıklama ve yadsıma işlemiyle sonuca varmaktan oluşan bir yöntemdir. Bu işlemde ilk aşama incelenmesi gereken örneklerin toplanması, ikinci aşamaysa incelenen olayların temel özelliklerini göstermeyen örneklerin ayıklanıp atılmasıdır. Sonra "tanıtlı, katı, gerçek, sınırları belli bir biçim" kalır. Belirli bir amaçla denemeler yapmak Bacon'ın aklına gelmemiştir.
Çağının bilim kuramlarından çoğunun temelsizliği, Bacon'ın genel düşünüşün bilimsel açıklamada yapacağı önemli hizmeti görememesine neden oldu. Yöntemi kuramlara ya da bütün bilimleri kapsayan görüşlere çok az yer verir. Anlaşılıyor ki, çok kez, toplanmış örnekler çok fazla olursa, ayıklayıp atma yönteminin düşünceye dayanmadan sürüp gidebileceğini ve tümüyle el yordamıyla ayrıntıların kapsadığı gerçeği de çıkarıp atabileceğini sanıyordu.
Novun Organum'da anlatılan yöntemin asıl zayıf yanı buradadır. Bu yöntem doğal eylemlerin karışıklık ve belirsizliğini hiç dikkate almamaktadır.
Fakat Bacon'ın tümevarım kuramına yaptığı yardım asla küçümsenemez: Onun önemi ayıklama veya atma yönteminin uygulamasında ve her zaman gerçek olaylara dayanmakta üstelemesinden ileri gelmektedir.
3
Bacon'ın Yaşam Felsefesi
Bacon, dinde birlik istiyor ve hoşgörüyü savunuyordu. "Birliğin eski ve gerçek bağları bir din, bir vaftizdir; bir tören ve bir siyaset değildir" diyordu.
Ona göre, ahlak dinin yardımcısıdır. Bacon hiçbir zaman görevin yalnızca görev olduğu için yapılmasını öğütlemez. Bütün idealist dizgeleri beğenmez. Machiavelli'yi açıkça ve içtenlikle insanların neler yaptıklarını anlattığı, betimlediği, ne yapmaları gerektiğine ilişkin düşünce üretmediği için över. Aristo'nun tersine, çalışmayla etkin geçirilen bir yaşamı düşünmeyle geçirilen bir yaşama yeğler. Ona göre bir hareketin doğruluğuyla ilgili yargı, sonuçlarına göre verilir; fakat sonuçlar bireyin değil, devletin iyiliğine yönelik olmalıdır. Felsefesi bu yönden pragmatizme benzemektedir.
Bacon'ın siyasal kuramları, Grek devlet anlayışından, özellikle küçümsediği Aristo'nun görüşlerinden esinlenmiştir. Aristo gibi o da devletlerin doğal olarak birbirlerine düşman olduklarına, savaşın gereğine inanır; dış ticaretle ilgili düşünceleri, Aristo'nun faizle ilgili sözleri gibi, kabul edilmiş ekonomik kurallara aykırıdır. Bacon'da bugünkü demokratik düşünceler yoktur. Demokrasiye inanmıyor, geçinmek için çalışmak zorunda olanları, tıpkı Grekler gibi, küçük görüyordu. Halkının büyük bir bölümü okuyup yazma bilmeyen o dönemin İngilteresinde zaten demokrasinin var olamayacağı açıktır.
4
Yeni Atlantis
Yeni Atlantis'i Bacon, 1624'te, altmış üç yaşındayken, sağlığı bozulmuş, siyasetten çekilmiş olduğu bir zamanda yazdı. Dr. Rawley, yapıtı 1627'de yayımladı. Önce İngilizce yazılmış, sonra Latinceye çevrilmişti; İngilizce metinde görülen bazı anlaşılmaz yerler, Latince metinle karşılaştırılarak düzeltilebilmiştir.
Yeni Atlantis, kendisinden önce yazılan ve ideal bir devleti anlatan yapıtların etkisinde kalmıştır. Platon'un "Devlet"i gibi siyasal felsefe yapıtı olmadığı gibi Sir Thomas More'un "Utopia"sı ve Swift'in yapıtları gibi ekonomik bir eleştiri ve yerme de içermez. Daha çok kişisel bir ideal ve düşlem ürünüdür. Ben Salem halkının ahlak ve töreler üzerine anlattığı şeyler insanlığın nasıl olması gerektiği konusunda Bacon'ın düşüncelerini göstermektedir. "Bu halkta görülen, akla uygun dindarlık, ağırbaşlı neşe, ince nezaket ve iyilikseverlik, eli açıklık ve konukseverlik, resmi yaşamda bağlılık, özel yaşamda namus, ağırbaşlılık ve terbiye, düzen, nezaket, ciddi çalışkanlık kendisinin olgunluk düzeyine eriştiğini gösterir." Anlattığı toplumsal kurumlar yeni bir ulusal özyapı oluşumu için birer araç olmaktan çok bu niteliklerin doğal sonucu ve anlatımıdır.
Yapıtın en önemli ve büyük bölümünü kapsayan "Süleyman Evi" kendisinin bütün yaşamı boyunca düşlerinde yaşattığı bir idealdir. On yedinci yüzyıl bilimsel denemeler ve araştırmalar bakımından büyük çalışmaların yapıldığı bir çağdır. Bacon, eyleme dayanan bilgilerimizi genişlettiğimiz ölçüde insanlığın kurtulabileceğine inanıyordu.
Onun dönemi bilgiyi yalnızca bilgi olduğu için aramıyor, insanlara büyük çıkarlar sağlayacağı için bilimsel deneme ve araştırma yapılmasını istiyordu. Yeni Atlantis, hem büyük bir adamın umut ve ülküsünün bir anlatımı, hem de modern bilim ruhunun doğduğu o dönemi en iyi anlatan bir yapıttır.
5
Bacon'ın Dili
Bacon, "Bir gün gelecek, bu çağdaş diller kitapların değerlerini yitirmesine neden olacaktır" diyordu. Kendi yazılarını unutulmaktan kurtarmak için yapıtlarından İngilizce yazdıklarının çoğunu Latinceye çevirdi. "Denemeler", "Bilimin Gelişmesi", "Yeni Atlantis" bunlar arasındadır. Denemeler için "Bunların Latinceye çevrilen cildi (Latince genel bir dil olduğu için) kitaplar yaşadığı sürece yaşayacaktır" demektedir. Fakat Bacon'ın öngörüsü doğru çıkmamıştır. Bugün onların Latinceleri değil, İngilizce çevirileri okunmaktadır. "Denemeler" İngiliz klasikleri arasında yer almıştır. Bu yer alış, içindeki konularının öneminden değil, daha çok yazınsal deyişinin güzelliği nedeniyledir.
"Denemeler"in deyişi "Yeni Atlantis"in deyişinden birçok bakımdan ayrılır. "Denemeler"de anlatım son derece açık ve özlüdür. Değişmeceler, eğretilemeler, karşıtlıklar birbirini izlerler. Metin Latince tümce kuruluşları, Latince özdeyişler ve atasözleriyle doludur.
"Yeni Atlantis"in diliyse daha kıvrak, canlı, akıcıdır. Değişmece ve eğretilemelere çok raslanmaz. Bu yazınsal süslerin olmayışı deyişi çok yalın, hatta bazen yavan bir duruma da getirir. Fakat esas itibarıyla metinde konuya uygun bir uyumluluk, ağırbaşlılık ve yalınlık egemendir. Fakat Yeni Atlantis plan ve kuruluşu bakımından zayıf bir yapıttır. Bacon roman yazsaydı kesinlikle iyi bir romancı olamazdı. Öykü anlatış biçimi hiç de iyi değildir, olağanüstü şeyleri birbiri ardı sıra sayıp dizmesi, kuru ve can sıkıcıdır. Anlaşılıyor ki, Bacon, yapıtının ilgi uyandırması için düşüncelerinin yeniliğine güveniyordu. Belki bunda da haklıydı, fakat onun bulunacağını öngördüğü şeylerin hemen hepsi bugün bulunmuş, fen onun düşleyemeyeceği ilerlemeler göstermiştir. Bazı öngörülerininse tümüyle yanlış olduğu ortaya çıkmıştır.
YENİ ATLANTİS
Bitmemiş bir yapıt
OKUYUCUYA
Bu öyküyü, efendim, bir bilim kurumunun örneğini vermek amacıyla kaleme aldı. Süleyman Evi veya Altı Günlük İşler Koleji adını verdiği bu kurum doğayı anlamak ve insanlığa yararlı büyük ve harika yapıtlar oluşturmak için kurulmuştur. Efendim yapıtında bu bölümün sonuna gelmişti. Kuşkusuz örnek, içindeki şeylerin çoğu insanoğlunun gücü içinde olmakla birlikte, her bakımdan benzeri oluşturulamayacak kadar geniş ve büyüktür. Efendim aynı zamanda bu öyküde bir yasalar sistemi ya da en iyi devlet ve toplum biçimini yaratmayı düşünmüştü. Fakat bunun uzun bir yapıt olacağını görerek çok daha fazla sevdiği doğal tarihe gereç toplamak isteğiyle bu düşüncesinden vazgeçti.
RAWLEY
Tam bir yıl kaldığımız Peru'dan yelken açarak Güney Denizi* yoluyla Çin'e ve Japonya'ya doğru yola çıktık. Yanımıza on iki aylık yiyecek almıştık. Beş ay ve daha fazla doğudan, hafif ve zayıf olmakla birlikte, uygun rüzgârlar esti. Fakat sonra rüzgâr birdenbire döndü. Günlerce hep batıdan esti, bu yüzden az yol alıyor, bazen hiç alamıyorduk. Birkaç kez geri dönmek istedik. Fakat sonra güneyden doğuya doğru esen şiddetli bir fırtına çıktı. Bizi (bütün çabalarımıza karşın) kuzeye doğru sürükledi; bu sırada, tutumlu kullandığımız halde, yiyeceğimiz tükendi. Böylece dünyanın uçsuz bucaksız sularının ortasında yiyeceksiz kaldık. Kendimizi tükenmiş sayıyor, ölüme hazırlanıyorduk. Bununla birlikte gönüllerimizi ve seslerimizi "denizlerde harikalarını gösteren" göklerdeki Tanrı'ya yönelttik; onun acımasına sığınarak "nasıl başlangıçta denizin yüzünü açıp kuru toprağı gösterdiyse şimdi de bize ölmememiz için toprağı göstermesini" diledik. Gerçekten de ertesi gün akşamüzeri enginde kuzeye doğru yoğun bulutlar gördük. Bu bize karaya yaklaştığımız umudunu verdi. Çünkü Güney Denizi'nin bu bölümünün tümüyle tanınmamış olduğunu, orada şimdiye kadar bulunmamış adalara ve kıtalara raslanabileceğini biliyorduk. Bunun üzerine rotayı kara gibi görünen yöne çevirdik ve bütün gece yol aldık. Ertesi gün şafak sökerken gözlerimizin önünde düz bir kara parçasının uzandığını gördük. Ormanlarla kaplı olduğu için daha da karanlık görünüyordu. Bir buçuk saat gittikten sonra iyi bir limana girdik. Burası çok büyük değilse de iyi yapılmış, denizden pek hoş görünen güzel bir kentti.
Karaya çıkıncaya kadar her dakika düşünerek kıyıya yanaştık. Karaya çıkmaya girişirken birdenbire karşımızda ellerinde sopalar olan birtakım adamlar gördük. Bunlar sanki bizim karaya çıkmamızı istemiyorlardı, ama bağırmadan ya da şiddet göstermeden yalnızca yaptıkları işaretlerle bize uzak durmamızı anlatıyorlardı. Bunun üzerine, oldukça büyük bir düş kırıklığına uğramış bir durumda, aramızda ne yapacağımızı konuşmaya başladık. Tam o sırada içinde yedi sekiz kişi bulunan bir sandalın bize doğru geldiğini gördük. Sandaldakilerden birinin elinde iki ucu maviye boyanmış sarı kamıştan bir asa vardı. Bu adam hiçbir güvensizlik göstermeyerek gemimizin güvertesine çıktı. İçimizden birinin diğerlerinden biraz fazla ileriye çıkmış olduğunu görünce cebinden küçük bir parşömen tomarı çıkardı. Bu bizim parşömenlerimizden biraz daha sarı, yazı tabletlerinin yaprakları gibi parlak, fakat yumuşaktı, kolay bükülüyordu. En öndeki adamımıza onu verdi. Bu tomar içinde, eski İbrani, eski Grek ve üniversitelerde kullanılan iyi Latin ve İspanyol dillerinde şu sözler yazılıydı: "Hiçbiriniz karaya çıkmayın. Size daha uzun bir süre verilmezse, on altı gün içinde bu kıyılardan gitmek üzere hazırlık yapın. Bu süre içinde tatlı su, yiyecek ya da hastalarınıza yardım isterseniz ya da geminizin onarıma gereksinmesi varsa, bunları yazın, gücümüz içinde olanlar verilecektir." Bu belge, üzerinde aşağıya doğru sarkık fakat açılmamış kanatlı ve yanında bir haç bulunan bir melek çocuk resmini taşıyan bir mühürle damgalanmıştı. Bunu verdikten sonra memur döndü, yanıtımızı almak üzere yanımızda yalnızca bir uşak kaldı.
Bunun üzerine kendi aramızda konuşurken ne yapacağımızı şaşırdık. Karaya çıkmamıza onay verilmemesi, hemen geriye dönmemizin söylenmesi bizi çok üzüyordu. Diğer yandan halkın dil bilmesi, nazik ve uygar oluşu bizi biraz avutuyordu. Her şeyden önce belgedeki haç işareti bizim için bir sevinç kaynağı ve sanki bir kurtuluş işaretiydi.
Yanıtımızı İspanyolca yazdık. Gemimizin iyi durumda olduğunu, çünkü fırtınalardan çok durgun hava ve karşı yönlerden esen rüzgârlarla karşılaştığımızı, hastalarımıza gelince bunların sayıca çok ve ağır olduklarını, karaya çıkmalarına izin verilmezse yaşamlarının tehlikeye düşeceğini bildirdik. Diğer gereksinmelerimizi uzun uzadıya yazdık ve biraz malımız olduğunu, bunlarla bazı şeyleri değiştirmek isterlerse, kendilerine yük olmaksızın gereksinmelerimizi sağlayabileceğimizi de ekledik. Uşağa ödül olarak birkaç altın ve memura verilmek üzere bir parça kırmızı kadife vermek istedikse de uşak bunları almadı. Onlara bakmak bile istemeyerek bizden ayrıldı, kendisi için gönderilen başka bir küçük kayığa binip gitti.
Yanıtımızı gönderdikten üç saat sonra bize doğru, yerli olduğu anlaşılan bir kişi geldi. Üzerinde bir tür sof kumaştan geniş kollu, güzel, bizimkilerden çok daha parlak, lacivert renkte bir kaftan vardı. İç giysisi yeşildi, bir kavuk biçiminde, çok zarif, Türk kavukları kadar büyük olmayan serpuşu da aynı renkteydi. Saçları onun kıyısından lüle lüle taşıyordu. Görünüşü insana saygı aşılıyordu. Bazı yerleri yaldızlı bir kayık içinde geliyordu, yanında yalnızca dört kişi daha vardı. Arkalarından gelen başka bir kayıktaysa yirmi kişi bulunuyordu. Gemimize bir ok atımı kadar yaklaşınca bize işaretler yaparak onu su üzerinde karşılamamız için birkaç kişi göndermemiz gerektiğini anlattılar; bunu hemen yaptık: Başımızdaki insanı ve onunla birlikte içimizden dört kişiyi gemimizin sandalıyla gönderdik. Kayıklarına altı yarda kalınca bağırarak durmamızı ve daha çok yaklaşmamamızı söylediler. Söylediklerini yaptık. Bunun üzerine az önce giysilerini anlatmış olduğum adam ayağa kalktı. Yüksek sesle İspanyolca olarak "Hıristiyan mısınız?" diye sordu.
Yazının altında görmüş olduğumuz haç nedeniyle daha az korkarak "Evet, Hıristiyanız" dedik. Bu yanıt üzerine o kişi sağ elini gökyüzüne doğru kaldırıp yavaşça ağzına doğru çekti. Bu işareti onlar Tanrı'ya şükrettikleri zaman kullanırlarmış. Sonra bize, "Hepiniz korsan olmadığınıza, son kırk gün içinde, haklı ya da haksız, kan dökmediğinize, İsa'nın başı üzerine ant içerseniz, karaya çıkmanıza izin verilebilir" dedi. Bunun üzerine, yanındakilerden biri, -ki giysilerinden bir noter olduğu anlaşılıyordu- durumu bir deftere yazdı. Bu yapıldıktan sonra, aynı sandalda büyük adamın yanında bulunan başka bir kişi, efendisi kendisine birkaç söz söyledikten sonra, yüksek sesle, "Efendim bilmenizi istiyor ki geminizin güvertesine çıkmaması gurur ve büyüklük tasladığı için değildir; aranızda birçok hasta insan bulunduğunu söylediğiniz içindir. Kentin sağlık koruyucusu ona uzak durması gerektiğini söylemiştir" dedi. Ona doğru eğilerek selam verdik. "Buyruklarını yerine getirmeye hazır olduğumuzu, şimdiye kadar bize davranış biçimlerini büyük bir onur ve eşsiz bir insanlık saydığımızı; fakat adamlarımızın tutulmuş olduğu hastalığın bulaşıcı olmadığını umduğumuzu" söyledik. Bunun üzerine geri döndü. Biraz sonra noter gelerek gemimizin güvertesine çıktı. Elinde o ülkenin bir meyvesi bulunuyordu. Bu meyve bir portakal gibi, fakat rengi sarıyla kırmızı arasındaydı ve çok güzel kokuyordu. Anlaşılıyor ki; o bunu hastalığa karşı bir koruma aracı olarak kullanıyordu. Bize "İsa ve onun artamları üzerine" ant içirdi. Sonra da bir gün sonra sabah saat altıda bize bir adam göndereceklerini, bu adamın bizi "Yabancılar Evi" denen bir yere götüreceğini, orada gerek sağlıklı, gerek hasta olanlarımız için gereken şeylerin sağlanacağını söyledi.
Bundan sonra bizden ayrıldı; ona birkaç altın vermek istediğimiz zaman gülümseyerek "Bir iş için iki kez para alamam" dedi. Bundan benim anladığıma göre, görevi için devletin kendisine verdiği paranın yeterli olduğunu söylüyordu; çünkü, sonradan öğrendiğime göre, onlar rüşvet alan memurlar için "iki kez ücret alıyor" derlermiş.
Ertesi sabah erkenden bize daha önce elinde bir asayla gelmiş olan adam yine geldi ve bizi "Yabancılar Evi"ne götüreceğini, bütün gün işimizle uğraşabilmemiz için kararlaştırılan saatten önce geldiğini söyledi. "Beni dinlerseniz" dedi, "ilk önce birkaçınız benimle gelir, yeri görür, sizin için nasıl rahat bir duruma getirilebileceğini düşünür, sonra hastalarınızı ve içinizden karaya çıkarmak istediklerinizi çağırırsınız." Ona teşekkür ederek, "bizim gibi kimsesizlere yardımınızdan dolayı Tanrı sizi kuşkusuz ödüllendirir" dedik.
İçimizden altı kişi onunla birlikte karaya çıktı. Karada önümüze düşmüş giderken döndü. "Ben sizin ancak köleniz ve rehberinizim" dedi. Bizi üç güzel caddeden geçirdi, gittiğimiz bütün yol boyunca iki yanda sıralanmış insanlar görüyorduk. Bunlar o kadar uygardılar ki, bize şaşkınlıkla değil, sanki "hoşgeldiniz" der gibi bakıyorlardı. İçlerinden birkaçı önlerinden geçerken kollarını biraz ileriye doğru uzattılar. Bu devinimi onlar birine "hoş geldiniz" demek için yaparlar.
Yabancılar Evi güzel, geniş bir konaktır. Bizim tuğlalarımızdan daha mavi tuğladan yapılmış, bir bölümü camlı, bir bölümü bir tür yağa batırılmış kumaşla kaplı güzel pencereleri var. Önce bizi yukarıda zarif bir salona aldılar. Sonra kaç kişi olduğumuzu ve kaçımızın hasta olduğunu sordular. Hepimizin, hasta ve sağlıklı, elli bir kişi olduğumuzu, içimizden on yedi kişinin hasta olduğunu söyledik. Biraz sabırlı olmamızı ve kendisi dönünceye kadar beklememizi istedi. Bir saat sonra geldi. Önümüze düştü. Bizim için hazırlanan on dokuz odayı görmeye gittik. Anlaşılıyordu ki, bu odaların diğerlerinden daha iyi olan dördü bizim ileri gelen dört adamımıza verilecek, onlar tek başlarına bu odalarda kalacaklardı. Diğer on beş odaysa, içlerinde ikişer kişi yatmak üzere, bizlere ayrılmıştı. Odalar güzel, rahat ve iyi döşenmişlerdi.
Sonra bizi, yatakhaneyi andıran uzun bir koridora götürdü. Orada bize bir yanda, boydan boya uzanan on yedi hücre gösterdi. Diğer yanda duvar ve pencereden başka bir şey yoktu. Hücreler pek temiz ve sedir ağacından bölmelerle birbirlerinden ayrılmışlardı. Bu koridor ve bize gerekenden kırk tane daha fazla olan hücreler hastalar için bir klinik görevini görüyordu. Bize söylediğine göre, hastalarımızın arasından iyileşenler hücrelerinden alınıp, bir odaya götürülecekti. Bu amaçla, daha önce söylediğimiz sayıdan başka, on tane daha yedek oda ayrılmıştı.
Bunu yaptıktan sonra bizi yine salona getirdi ve birine bir görev ya da buyruk verdikleri zaman yaptıkları gibi, sopasını biraz yukarı kaldırarak şöyle dedi: "Bilmelisiniz ki, ülkemizin göreneğine göre, adamlarınızı geminizden çıkarmak için verdiğimiz bugün ve yarından sonra üç gün evlerinizde kapanacaksınız. Fakat üzülmeyin ve tutuklandığınızı sanmayın. Rahat edin ve kendinizi dinlenmeye bırakılmış olarak düşünün. Hiçbir şeyiniz eksik olmayacaktır. Adamlarımızdan altısı dışarıda herhangi bir işinizi yapmak üzere ayrılmıştır." Büyük bir heyecan ve saygıyla ona teşekkür ettik. "Kuşkusuz, bu ülkede Tanrı her şeyde kendini gösteriyor" dedik. Ona yirmi altın lira uzattık, ama gülümsedi. "İki kez ücret mi alacağım?" diyerek bizden uzaklaştı. Hemen biraz sonra yemeğimiz verildi. Yiyecekler nefis, gerek ekmek, gerek et Avrupa'da bildiklerimizden daha iyiydi. Üç türlü içki içtik. Hepsi de sağlıklı ve güzeldi; üzüm şarabı, bizim bira gibi tahıldan yapılmış fakat daha açık renkli bir içki, o ülkenin bir meyvesinden yapılmış olağanüstü hoş ve serinletici bir tür elma şarabı. Bunlardan başka bize hastalarımız için bir yığın kırmızı portakal getirdiler. Söylediklerine göre deniz tutmalarına bire bir gelirmiş. Aynı zamanda bir kutu küçük gri ve beyazımsı haplar verdiler. Bunlardan hastalarımızın her gece yatmadan önce birer tane almasını istediler. Söylediklerine göre iyileşmelerini çabuklaştırırmış.
Ertesi gün, gemimizden adamlarımızı ve eşyamızı getirme ve taşıma işi bitip biraz sakinleşince, arkadaşlarımızı toplamanın iyi olacağını düşündüm. Toplanınca da onlara "Sevgili arkadaşlar" diye başladım. "Kendimizin ve durumumuzun ne olduğunu bilelim. Biz peygamber Yunus'un, denizlere gömülmüşken balığın karnından dışarı çıktığı gibi, karaya çıktık. Şimdi karadayız, ama ancak ölümle yaşam arasında bulunuyoruz; çünkü hem eski, hem de yeni dünyanın ötesindeyiz. Avrupa'yı bir daha görecek miyiz, ancak Tanrı bilir: Bizi buraya bir mucize getirdi, ancak bir mucize kurtarabilir. Bu nedenle geçmişteki kurtuluşumuz için ve içinde bulunduğumuz ve gelecek tehlikeler için Tanrı'ya yakaralım. Her birimiz durumunu düzeltsin: Sonra şu da var ki biz dindar ve uygar olan Hıristiyan bir halk arasına gelmiş bulunuyoruz. Eksik ve yanlışlarımızı göstererek kendimizi utanılacak bir duruma düşürmeyelim. Bir şey daha var; nazik bir biçimde olmakla birlikte bir buyrukla bizi üç gün süreyle bu duvarların içine kapadılar: Bunu terbiye ve davranışlarımızın nasıl olduğunu anlamak için yapıp yapmadıklarını kim bilir? Bunların kötü olduklarını görürlerse bizi hemen kovabilirler. İyiyseler, bize daha fazla zaman verebilirler. Bize hizmet için verdikleri insanlar aynı zamanda bizi gözetlemek görevini üzerlerine almış olabilirler. Bunun için, Tanrı aşkına, kendimizi seviyorsak, Tanrı'nın hoşuna gidecek ve bu halkın gözüne girecek biçimde davranalım."
Arkadaşlarım hep bir ağızdan, verdiğim iyi öğütler için bana teşekkür ettiler. Ağırbaşlılık ve nezaketle, en küçük bir gücenme fırsatı vermeden yaşamaya söz verdiler. Üç günü neşe içinde, tasasız geçirdik. Bugünlerin sonunda ne yapacaklarını merakla bekliyorduk. Bu süre içinde hastalarımızın her saat iyileştiklerini sevinçle görüyorduk. Bunlar kendilerini kutsal bir sağlık havuzuna atılmış* sanıyorlar, doğal bir biçimde ve hızla iyileşiyorlardı.
Üç gün geçtikten sonra bize daha önce hiç görmediğimiz yeni bir adam geldi. Bu da önceki gibi maviler giymişti, yalnızca kavuğu beyazdı. Bunun üstüne küçük kırmızı bir taç takmıştı. Aynı zamanda güzel kumaştan bir boyun atkısı vardı.
İçeri girince önümüzde biraz eğildi, kollarını uzattı. Biz de kendisini büyük bir alçakgönüllülük ve bağlılıkla selamladık. Sanki ağzından idamımız ya da aklanmamız yargısı çıkacakmış gibi bekliyorduk. Birkaçımızla görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine yalnızca altı kişi kaldık, ötekiler odadan çıktılar.
"Ben görevim olarak" diye söze başladı, "bu Yabancılar Evi'nin müdürüyüm. Uğraşım bakımındansa bir Hıristiyan papazıyım: Bu nedenle sizlere hem yabancı, hem de özellikle Hıristiyan olarak hizmetlerimi sunmaya geldim. Sizin işitmek isteyebileceğinizi sandığım bazı şeyler söyleyebilirim. Devlet sizin altı hafta karada kalmanıza izin verdi. Fakat işleriniz daha uzun zaman istiyorsa üzülmeyin, çünkü yasa bu bakımdan çok sıkı değildir; kendimin bile size gerekli olan süreyi alabileceğimden kuşku duymuyorum. Şunu da anlamanızı isterim ki, Yabancılar Evi, şimdi zengin ve çok sermayelidir. Çünkü otuz yedi yıldan bu yana gelirini biriktiriyor. Bu süre içinde buralara bir yabancı gelmemiştir. Bu nedenle hiç üzülmeyin. Devlet kaldığınız süre içinde bütün harcamalarınızı karşılayacaktır. Bu yüzden bir gün bile daha az kalmayacaksınız. Getirdiğiniz ticaret mallarına gelince, sizlere iyi davranılacaktır. Karşılığını ya mal olarak ya da altın ve gümüş olarak alabilirsiniz. Çünkü bizim için hepsi birdir. Başka bir dileğiniz varsa söyleyin. Alacağınız yanıtın sizi utandıracak türde olmayacağını göreceksiniz. Yalnızca şunu söylemeliyim ki, hiçbiriniz özel izin olmadan kent surlarından bir karandan (onlarda bir buçuk mil) fazla uzağa gidemezsiniz."
Bir süre birbirimize baktıktan sonra bu iyiliksever ve babaca davranışa hayran olarak şu yanıtı verdik: "Ne söyleyeceğimizi bilemiyoruz. Şükranımızı anlatacak söz bulamıyoruz. Zaten soylu ve cömert önerilerinizle bize isteyecek bir şey bırakmadınız. Cennete kavuşmuş gibi olduk; çünkü biraz önce ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan bizler şimdi huzur ve avuntu bulduğumuz bir yere getirildik. Bu mutlu ve kutsal topraklar üstünde biraz daha ilerlemek isteğiyle gönüllerimizin yanmaması olanaksız olmakla birlikte bize verilen buyruğa her zaman uyacağız." Sonra "sizin saygıdeğer kişiliğinizi ve bütün ulusunuzu yakırılarımızda unutursak dilimiz tutulsun" diye ekledik. Aynı zamanda büyük bir alçakgönüllülükle bizleri sadık hizmetçileri olarak kabul etmesini rica ettik. Kişiliğimizi ve bütün varlığımızı buyruklarına sunduğumuzu bildirdik.
"Ben bir din adamıyım" dedi, "ve bir din adamının ödülünü beklerim. Bu da sizin kardeşçe sevginiz, beden ve ruhça iyi olmanızdır." Bunun üzerine gözlerinde sevecenlik yaşlarıyla bizden ayrıldı. Sevinçten ve gördüğümüz iyilikten şaşırmış bir durumdaydık. Aramızda şöyle söyleniyorduk: "Biz melekler ülkesine gelmişiz. Onları her gün gözlerimizle görüyoruz. Hiç ummadığımız her rahatlığı daha aklımıza gelmeden bize sağlıyorlar."
Ertesi gün, saat on sıralarında, vali yine geldi. Selamlaştıktan sonra teklifsizce "bizi görmeye geldiğini" söyledi. Bir sandalye isteyip oturdu. İçimizden on kadarı da (ötekiler aşağı tabakadan insanlardı ve bazıları da dışarı çıkmıştı

onunla oturduk. Sandalyelerimize henüz ilişmiştik ki, şu biçimde söze başladı:
"Biz bu Ben Salem adası (kendi dillerinde ona bu adı verirler) halkı uzak ve ıssız bir yerde olduğumuz, aynı zamanda yolcularımız için koyduğumuz gizlilik yasaları ve yabancıları ülkemize çok ender kabul edişimiz nedeniyle yerleşik dünyanın büyük bir bölümünü iyi tanırız, fakat kendimiz bilinmez kalırız. Bu nedenle, az bilenin sorular sorması daha uygun olur, zaman geçirmek için ben size soru sormayayım, siz bana sorun."
Yanıt olarak ona bu izni verdiği için teşekkür ettik. "Şimdiye kadar gördüklerimizden anladığımıza göre bizim için dünyada bu mutlu ülkenin durumunu anlamak kadar değerli bir şey olamaz. Ama her şeyden önce, dünyanın dört bucağından gelip burada buluştuğumuza göre, -hepimizin Hıristiyan olması nedeniyle kuşkusuz bir gün öbür dünyada da buluşmak yazgımızdır- ülkeniz bu kadar uzak, peygamber olarak tanıdığınız İsa'nın dünyaya geldiği yerden çok büyük ve bilinmez denizlerle bu kadar ayrılmış olmasına karşın nasıl olup da bu dine girdiğinizi anlamak isteriz" dedik.
Bu sorumuzun pek hoşuna gittiği yüzünden belli oluyordu. "Siz ilk kez bu soruyu sormakla gönlümü kendinize bağladınız. Çünkü bu sizin önce öbür dünyayı düşündüğünüzü gösteriyor" dedi. "Sevinerek ve kısaca isteğinizi yerine getireceğim."
"Kurtarıcımız İsa'nın gökyüzüne çıkışından yirmi yıl kadar sonra adamızın doğu kıyısındaki Renfusa kentinin halkı geceleyin (gece bulutlu ve sakindi) denizde bir mil kadar uzakta büyük bir ışık sütunu gördüler. Sivri değil, denizden göklere doğru yükselen bir direk ya da silindir biçimindeydi. Üzerinde nurdan bir haç görülüyordu ki, direğin kendisinden daha parlak ve gösterişliydi. Bu garip görünüm karşısında kent halkı şaşkınlık içinde kumsalda toplandı. Sonra da bu harikanın yanına gitmek için birkaç küçük kayığa bindiler. Fakat kayıklar sütuna altmış yarda kadar yaklaşmışlardı ki, kendilerini oldukları yerde bağlanmış buldular. Daha fazla ilerleyemiyorlardı. Çevresinde dolaşabiliyor ancak ona daha fazla yaklaşamıyorlardı. Böylece kayıklar yarım daire biçiminde toplanarak bu göksel belirtiyi seyre daldılar. Bir raslantı olarak kayıklardan birinde Süleyman Evi Derneği'nden (bu ev veya kolej, kardeşlerim, bu ülkenin gözbebeğidir) bir bilgin vardı. Bu kişi bir süre dikkat ve saygıyla bu sütun ve haça bakıp kaldı. Birdenbire yere kapandı. Sonra dizleri üzerinde doğrularak ellerini göğe kaldırıp şu biçimde duaya başladı:
"Ey yerin ve göklerin ulu Tanrısı! Sen bizim uğraşımızdan olanlara lütfederek yarattığın yapıtları, onların gerçek gizlerini bilmek; tanrısal olaylar, doğa yapıtları, sanat yapıtlarıyla her tür düzmece, aldatmaca arasındaki farkı sezme yeteneğini (insanoğullarına verilebildiği kadar) bizlere bağışladın! Şu insanlar önünde doğruluğunu kabul ederim ki şimdi gözlerimizin önünde gördüğümüz bu şeyde senin parmağın vardır ve bu gerçek bir tansıktır. Kitaplarımızdan senin yalnız ve yalnız tanrısal ve yüksek amaçlarla olağanüstü şeyler yarattığını öğreniyoruz. Çünkü doğa yasaları senin yasalarındır ve sen onları iyi bir neden olmadıkça asla değiştirmezsin, senden bu olayı bize kutlu kılmanı, bize iyilik ederek bunu açıklamanı ve yararını göstermeni rica ediyoruz. Zaten bunu bize göndermekle biraz olsun bunun sözünü veriyorsun.
"Yakarmasını bitirince içinde bulunduğu kayığın çözülmüş ve ilerlemeye hazır olduğunu gördü. Oysa ötekiler hâlâ bağlıydılar; bunu yaklaşmasına izin olarak kabul edip kayığın yavaşça ve sessizce sütuna doğru ilerletilmesi için buyruk verdi; fakat yanına varmadan önce sütun ve kutsal ışıktan haç dağıldı, sanki yıldızlı bir gökyüzünün içine atıldı. Bu da hemen biraz sonra gözden yitti. Sedir ağacından küçük bir kutu ya da sandıktan başka bir şey görünmez oldu. O da kuruydu, sudan hiç ıslanmamıştı, ama yüzüyordu. Kendisine doğru olan ucunda küçük yeşil bir hurma dalı büyümüştü. Bilgin sandığı büyük bir saygıyla kayığa alınca kendiliğinden açıldı. İçinden bir kitapla bir mektup çıktı. İkisi de ince parşömen üzerine yazılmış, Hint kumaşlarına sarılmışlardı. Kitap sizin elinizde bulunan biçimde (çünkü biz sizin kiliselerinizin neyi kabul ettiğini çok iyi biliyoruz) Ahdi Atik ile Ahdi Cedid'in bütün kitaplarını, aynı zamanda Apocalypse'i (yani Ahdi Cedid'in son kitabını

; aynı zamanda Ahdi Cedid'in o zaman yazılmamış fakat yine kitapta olan diğer bölümlerini içeriyordu. Mektuba gelince, içinde şu sözler yazılıydı:
"Ulu Tanrı'nın hizmetçisi ve İsa'nın havarisi olan ben Bartholomew'ya, gözümün önünde beliren bir melek bu sandığı denizin dalgaları arasına atmamı salık verdi. Bu nedenle bu sandığın karaya vuracağı yerin halkına onlara aynı gün Tanrı'dan ve İsa'dan kurtuluş, barış ve iyilik geleceğini bildiririm.
"Aynı zamanda bu yazıların ikisinde, yani hem kitap, hem mektupta büyük bir tansık gösterilmişti. Bu tansık havarilere verilen her dilde anlaşılmak yetisine benziyordu. Çünkü o çağlarda bu ülkelerde yerlilerden başka İbraniler, İranlılar ve Hintliler vardı. Bunların her biri kitabı ve mektubu sanki kendi dilinde yazılmış gibi okuyordu. Böylece, nasıl eski dünyanın kalan kısmı Nuh'un gemisi aracılığıyla kurtarılmışsa, Aziz Bartholomew'nun havarilik ve olağanüstü din çalışmalarıyla bu ülke dinsizlikten kurtuldu." Biraz durdu. Bu sırada bir haberci geldi, onu çağırdı. Bu nedenle bu toplantıda bütün konuştuklarımız bu kadarla kaldı.
Ertesi gün vali yemekten hemen sonra yine geldi ve şu biçimde özür diledi. "Dün ansızın sizleri bırakıp gitmek zorunda kaldım. Fakat arkadaşlığımdan ve söyleşimden hoşlandıysanız bugün bu açığımızı kapatır, sizinle bir süre konuşuruz" dedi. Yanıt vererek, "O kadar hoşlandık ki, siz konuşurken geçirdiğimiz tehlikeleri ve geçireceğimiz korkuları unutuyoruz. Sizinle geçirdiğimiz bir saat, daha önce yaşadığımız yılların tümünden değerlidir" dedik.
Bizleri hafifçe eğilerek selamladı. Hepimiz yeniden oturduktan sonra "soruları sormak size düşer" dedi. İçimizden biri biraz durduktan sonra: "Bir konuyu bilmek istiyoruz, fakat sınırımızı aşarız diye sormaktan korkuyoruz. Sizin bize karşı gösterdiğiniz örneği olmayan bu iyilikle yüreklenerek kendimizi yabancı sayamıyoruz. Sizin sadık hizmetçiniz olmaya söz verdiğimiz için de bunu sormak cesaretini kendimizde buluyoruz. Yanıtlamayı uygun bulmazsanız, yanıt vermeyin ve kendinibilmezliğimizi bağışlayın.
"Bugün üzerinde bulunduğumuz şu mutlu adanın pek az kimse tarafından bilindiği, buna karşın onun, dünya uluslarının çoğunu bildiğiyle ilgili anlattıklarınızı dikkatle dinledik. Bu sözleri doğru bulduk. Çünkü siz Avrupa dillerini konuşuyorsunuz, durumumuzu ve işlerimizin çoğunu biliyorsunuz. Fakat biz Avrupa'da, bu son dönemin bütün uzak deniz seferlerine ve buluşlarına karşın, bu adayla ilgili hemen hemen hiçbir şey duymadık. Bunu son derece garip buluyoruz. Çünkü bütün uluslar birbirleriyle ilgili, ya yabancı ülkelere giderek ya da gelen ziyaretçiler aracılığıyla bilgi sahibi oluyorlar. Her ne kadar yabancı ülkelere giden bir gezgin çok kez gözüyle görerek, yurdunda kalarak gezginlerin anlattıklarıyla elde edebildiğinden daha çok bilgi elde ederse de, her iki biçim de iki ülkeyle ilgili bir dereceye kadar karşılıklı bilgi edinmeye yeter. Fakat biz bu adadan herhangi bir geminin Avrupa limanlarından birine geldiğini hiç kimseden duymadık. Hayır, ne Doğu, ne Batı Hindistan'dan, ya da dünyanın herhangi bir yerinden bir gemi oraya gitmemiştir. Fakat şaşılacak şey bu değildir. Çünkü, siz yüce kişinin söylediği gibi, burası, böyle geniş bir denizin en gizli bir yerinde bulunması nedeniyle bilinmeyebilirdi. Fakat kendilerinden bu kadar uzakta olanların dilleri, kitapları ve işleriyle ilgili bilgi sahibi olmalarını bir türlü anlayamadık. Başkalarına gizli ve görünmez olmak, sonra da başkalarını bir ışık altındaymış gibi apaçık görmek bize tanrısal güçlerin ve varlıkların bir durumu ve özelliği gibi göründü."
Vali bu söylevi sevimli bir biçimde gülümseyerek yanıtladı: "Şimdi sorduğunuz bu soru nedeniyle bağışlama dilediğiniz için iyi ettiniz; çünkü anlaşılıyor ki, siz bu ülkeyi bir sihirbazlar ülkesi sanıyorsunuz, sanki bizler dünyanın her yanına diğer ülkelerden haber ve bilgiler getirmek için cinler ve periler gönderiyoruz" dedi.
Çok büyük bir alçakgönüllülükle yanıt verdik. Fakat yüzünde onun bunu yalnızca bir şaka olsun diye söylediğini gösteren bir anlam vardı. "Bu adada doğanın üstünde bir şey olduğuna inanacaktık, ama bunun sihirle değil, daha çok meleklerle ilgili olduğunu sanıyoruz. Fakat bizi bu soruyu sorma konusunda dikkatli ve kuşkulu olmaya sürükleyen neden, efendimizin gerçekten bilmesini isteriz ki, böyle bir düşünce değildi. Daha çok bu ülkede yabancılarla ilgili gizli yasalar bulunduğuna ilişkin bir önceki konuşmanızda üstü kapalı olarak söylediğiniz bir şeyi anımsamamızdı." Buna yanıt vererek "Doğru" dedi. "Bu nedenle size söyleyeceğim şeylerde benim için açıklanması yasak olan bazı noktaları izninizle gizli bırakacağım; fakat söyleyeceklerim sizi tatmin etmeye yeterli olacaktır.
"Şunu bilmelisiniz ki, -belki de buna inanmayacaksınız- aşağı yukarı üç bin yıl hatta biraz daha önce, dünya denizcilik, hele uzak yolculuklar bakımından, bugün olduğundan daha ileriydi. Sanmayın ki, şu son yüz yirmi yıl içinde ülkenizde yolculukların ne kadar çok arttığını bilmiyorum. İyi biliyorum, ama yine söylüyorum ki, geçmişte denizcilik şimdikinden daha ileriydi. Büyük tufandan sonra insanların bir bölümünü kurtaran Nuh'un gemisi bir örnek oluşturarak insanlara denize çıkmaya cesaret ve güven mi verdi, nedir bilmiyorum ama gerçek böyledir. Finikeliler, hele Suriyelilerin büyük donanmaları vardı. Daha batıda sömürgeleri olan Kartacalıların da, doğuya doğru Mısır ve Filistin'in de gemicilikleri aynı biçimde çok gelişmişti. Şimdi ancak kayık ve kanoları olan Çin'in ve Amerika dediğimiz Büyük Atlantis'in o zaman pek çok savaş gemisi vardı. O çağlardan kalmış doğru kayıtlarda gördüğümüze göre bu ada iyi donatılmış bin beş yüz sağlam gemiye sahipti. Bütün bunlar hakkında sizler pek az şey biliyorsunuz veya hiç bilmiyorsunuz, fakat bizim geniş bilgimiz var.
"O dönemde bu ülke daha önce adlarını saydığımız bütün ülkelerin gemileri tarafından bilinir ve ziyaret edilirdi. Çok kez bunların içinde gemici olmayan başka ülkelerin insanları da geliyordu: İranlılar, Keldaniler, Araplar gibi. Bu nedenle, bugün ülkemizde hemen hemen bütün güçlü ve ünlü ülkelerden aileler ve küçük boylar var. Kendi gemilerimizle birçok yolculuk yaptılar. Bu arada Herkül Sütunları dediğiniz boğazlara (Cebelitarık), aynı zamanda Atlas Okyanusu'na, Akdeniz'e, Hanbalık Dağı denen Pekin'e, Doğu denizlerindeki Hongchow'a ve Doğu Tataristan sınırlarına kadar gittiler.
"Bu dönemde ve daha sonra, Büyük Atlantis halkı gelişip ilerlemeye başladı. Gerçi sizin büyük adamlarınızdan birinin (Platon) Neptün'ün çocuklarının orada yerleşmesini, görkemli tapınak, saray, kent ve tepeyi, bu alanı ve tapınağı zincirler gibi çevreleyen ve üzerinde gemiler dolaşan ırmakları, insanların aynı yere çıkmak için kullandıkları ve sanki gökyüzü merdivenleriymiş gibi övdüğü türlü yükseklikteki merdivenlerin öyküsü ve betimlemesi çok şiirsel bir söylenceyi dile getirir. Ama şu kadarı doğrudur ki, adı geçen Atlantis ülkesi o zaman Coya diye tanınan Peru, yine o zaman Tyrambel diye anılan Meksika, askerlik, donanma ve zenginlik bakımından güçlü ve çok büyük ülkelerdi; o kadar güçlüydüler ki, bir dönem, hatta on yıl içinde, Tyrambel halkı Atlantik'ten Akdeniz'e, Coyalılar ise Güney Denizi'nden adamıza iki büyük sefer yaptılar.
"Bu seferlerden Avrupa'ya yapılan ilkiyle ilgili, anlaşılıyor ki, sizin aynı yazarınız, adını söylediğim bir Mısırlı rahibin anlatısından yararlanmıştır. Gerçekten de böyle olmuştur. Fakat bu güçlere karşı koymak ve onları kovmak onuru eski Atinalıların mıdır, bunu bilmiyorum; fakat şu kesindir ki, bu yolculuktan ne bir gemi, ne de bir insan geri dönmüştür. Daha merhametli düşmanlarla karşılaşmamış olsalardı, Coyalıların ülkemize yaptıkları ikinci seferin sonucu da daha iyi olmazdı. Çünkü bu adanın Altabin adındaki akıllı ve iyi savaşçı olan kralı, kendisinin ve düşmanlarının gücünü çok iyi bildiği için onların kara güçlerini gemilerinden ayırmayı becerdi, donanmalarını ve ordugâhlarını onlarınkinden daha büyük bir güçle hem karadan, hem denizden sardı. Onları bir çarpışma bile olmadan teslim olmak zorunda bıraktı. Aman diledikleri zaman bir daha kendisine karşı silah kullanmayacaklarına ant içirmekle yetinerek hepsini özgür bıraktı.
"Fakat Tanrı'nın öcü bu kurumlu girişimi yok etmekte gecikmedi. Çünkü, yüz yıldan daha kısa bir süre içinde Büyük Atlantis tümüyle yok oldu. Yazarınızın dediği gibi büyük bir depremle değil, (çünkü bütün o bölgede deprem çok görülmez) tufan ve sellerle yıkıldı. O ülkelerde bugün de eski dünyada olduğundan çok daha büyük ırmaklar ve onları besleyen çok daha yüksek dağlar vardır.
"Fakat bu sel suyunun çok derin olmadığı, çok yerlerde yerden kırk ayağı geçmediği doğrudur. Bu nedenle genel olarak insan ve hayvanları öldürmekle birlikte ormanlarda yaşayan hayvanlardan bir bölüğü kaçabildi. Kuşlar da yüksek ağaçlara ve ormanlara sığınarak kurtuldular. İnsanlara gelince, birçok yerde yapıları suyun derinliğinden daha yüksek olsa bile, sular sığ olsa da uzun süre yeryüzünü kapladığı